Beyaz Türk kavramının icadı ve tüketilmesi
- Source Date: 06/03/2014
- Source Url: http://serbestiyet.com/yazarlar/dogan-gurpinar/asiri-tuketilmis-bir-kavram-beyaz-turkler-1-131754
2014'te Doğan Gürpınar yazdı: Beyaz Türk kavramını bir neolojizm [türetme] olarak ilk kullanan Ufuk Güldemir’dir.
Bununla birlikte, Güldemir kavramı daha sonra edineceği çağrışımlardan çok farklı anlamda kavramsallaştırmakta ve 1992’de artık soyu tükenmekte olan bir çevreyi anlatmaktadır. Kavramı "Texas-Malatya" kitabında kullanıma sokan Ufuk Güldemir beyaz Türkleri şöyle tanımlamaktadır: “Türklerden fazla hoşlanmayan, Çankaya’da Fransızca konuşan sarışın İstanbullular görmeyi özleyen bir türdür. Açıklamakta güçlük çektikleri sosyolojik olgulara çeşitli adlar takarak onlar üzerinde düşünmek külfetinden kurtulmakla birebirdir. Örneğin ‘irtica’ veya ‘arabesk’ ya da ‘türban’ gibi. Sokakta başörtülülerin sayısının artmasını, Türkiye’nin değişen köy-kent ilişkileri içinde değil, ‘irticanın yükselmesi’ biçiminde algılarlar. Sanki, öteden beri kentlerde yaşayan ‘modern’ Türkler, aniden durup dururken başörtüsü takmaya, camiye gitmeye başlamış ve İslamcı olmuşlardır.”
Bu kitabı yazdığı sırada Cumhuriyet gazetesinin beş yıldır Washington muhabirliğini yapmakta olan Ufuk Güldemir “beyaz Türkler”i betimleyen bu pasajı ABD’deki “Atatürkçü uzmanlar”ın bilgi kaynaklarını sayarken yazma ihtiyacı duymuştur. Zira Güldemir’e göre ABD karar alıcı ve politika yapımcılarının “Türkiye’deki enformasyon kaynaklarını, emekli paşalar, İngilizce bilen Türk gazeteciler, beyaz Türkler” oluşturur. Bu cümleden beyaz Türklerin kim oldukları ortaya çıkmamakla beraber kimler olmadıkları çıkmaktadır. Bu cümleye göre “emekli paşalar ve İngilizce bilen Türk gazeteciler” beyaz Türk değildirler. Yine de, burada Güldemir “beyaz Türkler”i betimlerken daha ilk cümlede bir özellik daha vermiştir.
Beyaz Türkler “Çankaya’da Fransızca konuşanlar” görmek istemektedirler. Fransızca konuşmakla ima edilen kuşkusuz sadece bir dil bilmek değildir. Fransızca konuşmakla II. Dünya Savaşı öncesinin seçkin dünyasının bir parçası olmak anlatılmaktadır. Ufuk Güldemir’in “beyaz Türklüğü” için İngilizce bilmek yeterli şart değildir. Nitekim, İstanbullular derken de Güldemir’in kastettiği İstanbul’da mukimler değil, aileden İstanbullulardır. Zaten Güldemir, kitabının başlarında “Türk eliti” dediği grubun Özal’ı benimsemediğine değinirken benzer bir cümleyi sarfetmektedir: “Gönlünde, bu makamlar için Fransızca konuşan sarışın İstanbullular olan Türk eliti, Malatyalı Özalları Başbakanlığa, Çankaya’ya yakıştıramamıştır.”
Ufuk Güldemir beyaz Türklük tabirini spesifik olarak Özal’ın ve Özal’ın temsil ettiği değerlerin Çankaya’ya çıkmasını sindiremeyen ve kendini Türkiye siyasetinin, bürokrasisinin ve özel sektörünün doğal egemeni ve sahibi görenleri, bir nevi Türkiye’nin doğal aristokrasisini tanımlamak için kullanmıştır. “Türk eliti, Özalları hiçbir zaman benimsememiştir. İşbaşına geldikleri günden bu yana Özallar bu çevre içinde gizli alay konusu olmuştur. Zaman zaman, Türk elitinin Özal’ın siyasi kararlarına yönelik gibi gözüken muhalefetinin ardında da büyük ölçüde ‘kozmetik’ nedenler olduğu da bir gerçektir. Yani Özal’ın, çirkin ve bıyıklı bir adam olması, Semra Özal’ın, abartılı giyinmesi gibi.” Burada, Cumhuriyet boyunca devletçe sunulan eğitim ve diğer sosyal mobilite imkânlarından faydalanarak (özellikle bürokraside) yükselenler değil bir seçkinci ortamda doğanlar “beyaz Türk” addedilmemektedir. Can Kozanoğlu’nun “pop çağı ateşi” olarak isimlendirdiği ve betimlediği kültürel anlamda devrimci 1990’larda Tanıl Bora’nın “liberal milliyetçi sınıf ırkçılığı ve dışlayıcılığı”na dayalı olarak kendini kurduğundan bahsettiği nevzuhur bir kültürel imge olan “Euro-Türkler”le beraber “beyaz Türklüğün icadı”nı gözlemledik.
Süreç içinde, “beyaz Türk” kavramı, kültürel olarak da dışlayıcı pop-milliyetçilik ve Euro-Türk kavramlarının ima ettiklerini de içinde mezcederek Türkiye siyasetinin ekseninin “kültür savaşları”na kaymasıyla beraber ilk kullanıma girdiği dönemdeki çağrışımlarından uzaklaştı ve anlam kaymasına uğradı. Tabir bu dönemde, hem “beyaz Türkler”, hem de “esmer Türkler” (zenciler?) tarafından geçişken değil kapalı, özsel ve kültür-odaklı bir kategori olarak kavramsallaştırıldı. İlginç olarak, Ufuk Güldemir bu kavramı oldukça seçkinci, dışlayıcı ve dar bir çevre için kullanırken, bir taraftan bu kavram anlam kaymasına uğrayarak geniş sekülerleşmiş orta sınıf, hatta kısmen alt orta sınıfı kapsayacak şekilde oldukça geniş bir kitleyi ifade etmeye başlarken bir taraftan da kavramın seçkinci ve dışlayıcı imaları aynen korunmuştur. Bu durumda ise ortaya tahayyül edilen yepyeni bir grup çıkmıştır.
Burada iddia edilecek olan bu kavramsal kayma ve çarpıtmanın belli gündemlere hizmet etmesi sebebiyle süreç içinde kasten üretildiği olacaktır. 28 Şubat [1997 darbesi]’nı önceleyen yıllarda, “yeni Türk”, “yeni medya”nın ikonik ismi olarak zuhur eden Ertuğrul Özkök’ün kaleminde en güçlü ve dolaysız anlatımı bulmuştur: “Etrafınıza bakın artık yeni bir Türkiye’nin doğduğunu, yeni Türklerin bu ülkenin imajına hâkim olmaya başladığını göreceksiniz… Bu insanların yüzünü önceki akşam Kopenhag’da statta gördük. Genç ve güzel insanlar. Hem davranışları, hem fizikleri, kılık ve kıyafetleriyle gelişmiş ülkelerden hiç de geri kalmayan… yeni Türkler, bu ülkeye müthiş bir gelecek vaat ediyor.” Güneri Cıvaoğlu ise (kültürel) sınıf dışlayıcılığında ve “hijyenik Türk” tasvirlerinde daha da ileri gitmektedir: “Musiki, resim, edebiyat, sanat, sinema kültürü. Her gün en az iki kez banyo. Dişini sık sık fırçalamak. Ağzı leş gibi sarımsak, soğan… koltuk altları ter kokmamak. Temiz ve abartılmamış giysiler.” İlginçtir, aslında orta sınıf pratikleri ve adabımuaşeret kodlarının ikrarından daha öte anlam ifade etmeyen bu satırlar, bu şekilde ifade edilişiyle bir “(kültürel) sınıfsal farklılık” ve “(kültürel) sınıfsal dışlayıcılık” haline gelmektedir. Ancak bu orta sınıf pratiklerinin ikrarı, sanki ikisi bir bütünmüş gibi dar bir çevrenin yansıtıldığı şekliyle şatafatlı hayatının ve gazetecilerin boy göstermeye çalıştıkları “cemiyet hayatı”nın övülmesiyle beraber geldi.
Gazetelerin Babıâli yokuşundan İkitelli plazalarına taşındığı bu dönemde, yeni ortaya çıkan “yaşam tarzı gazeteciliği”, hem maddi anlamda, hem de sosyal habitus anlamında, üst sınıf hayatı yaşayan ve/veya öyle görünmeye çalışan kalburüstü pozisyonlardaki bu gazetecilerin kendi dar yaşam pratiklerini çok daha geniş bir çevrenin habitusuymuş gibi sunmalarını beraberinde getirdi ve bu sunum büyük ölçüde bir gerçeklik olarak kabul gördü. Herhangi bir gerçekliğe oturmaktan çok ofislerde çizilen ve dar bir yarı-entelektüel, yarı-para sahibi bir kapalı cemaatin ve onların paylaştığı habitusun, bir tür yuppi-gazeteci ütopyasının portresi olarak çıkan “yeni Türk” ve “beyaz Türk” kavramlarına, bu şatafatlı ve zenginliğin ve iktidarın küstahlığını yansıtan dil ve sunduğu rüya âlemine tepki kültürel ve siyasal tepkisini ve alternatif kelime dağarcığını üretmekte gecikmedi. “Beyaz Türk” kavramının kendisi “hayali” ve “soyutlama” olsa bile gelir dağılımın bozuk olduğu ve toplumsal eşitsizliklerin çok yoğun olduğu bir toplumda kavramın “zıdd-ı kâmili” bir gerçekliğe oturuyordu denebilir. Recai Kutan FP’nin kapatılmasının ardından bu ayrışmayı net olarak ifade etmiştir: “Bu ülkede zenciler ve beyazlar var. Beyazlara her şey mubah, zencilere değil.” Böylece 28 Şubat’tan önce çıkan kavram 28 Şubat’ta siyasi bir anlam ve karşılık da kazanmış oldu.
Tayyip Erdoğan da başbakanlığa oturuşunun hemen ardından New York Times’a verdiği mülakatta bu metaforlar temelli çelişkiyi şahsı ve şahsında temsil ettiği hareketin ve mücadelesinin odağına koyacaktır: “Bu ülkede beyaz Türkler ve zenci (black) Türkler arasında bir ayrım (segregation) vardır ve kardeşiniz Tayyip de bir siyah Türktür.” Bu kavram üzerinden, birbirine karşılıklı olarak kapalı iki ayrı millet, iki ayrı kültür tanımlandı ve hayal edildi. Özetle, “beyaz Türk” tabiri, “beyazlara” hem Türklüğe atfedilen oryantalist kültürel kalıpları ve hasletleri dışlaştırılarak bu hakir görünen doğulu niteliklerden “temizlenme” hem de “Türklüğü” “yeni Türk”lükle beraber koruma imkânını sağladı. Aynı şekilde, “esmerlere” de kültürel otantisite iddiasıyla “beyazları” dışlama ve yabancılaştırma ve mevcut iktidar yapısını “dışsal bir tahakküm” olarak tanımlama imkânını sağladı. AKP ise haklılığını inananlar-inanmayanlar gibi İslami olarak temellendirilmiş bir çelişkiyle izah etmekten imtina ettiği bir ortamda evrensel anlamda makbul bir kültürel-temelli bir sosyal çelişkiyi kendi söylemsel ve duygusal cephaneliğinin başköşesine oturttu.
* Bu yazı önemli ölçüde yazarın daha önceki bir kitabının ilgili bölümüne dayanmaktadır. Doğan Gürpınar, Ulusalcılık: ideolojik Önderlik ve Takipçileri, İstanbul: Kitap Yayınları, 2011.
** Yazının referanslarına bakmak için yukarıdaki linke tıklayın